Son Osmanlı Torunu Kimdir? Bir Hikâyenin Gölgesinde Kalan İsim
Bir akşamüstü, kahvemi yudumlarken eski bir gazete kupürüyle karşılaştım: “Son Osmanlı torunu vefat etti.” Cümle, sanki bir dönemin kapısını sessizce kapatıyordu. İçimde garip bir merak doğdu — kimdi o son torun? Hangi duygularla yaşadı, hangi anılarda Osmanlı’nın yankısını taşıdı?
Bugün sizlerle yalnızca bir tarih bilgisini değil, geçmişle bugünü birbirine bağlayan bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum.
Bir Hikâyenin Başlangıcı: Londra’da Sessiz Bir Hayat
Hikâyemiz Londra’da, sisli bir sabah başlıyor. Yaşlı bir kadın, pencerenin önünde oturmuş elinde kahverengi bir fotoğraf çerçevesi tutuyor. Fotoğrafta genç bir padişah, yanında ise zarif bir kadın — dedesi Sultan Abdülmecid, büyükannesi Şehsuvar Kadınefendi.
Bu kadın, Osmanlı hanedanının son temsilcilerinden biri: Dürrüşehvar Sultan’ın kızı, hanedanın son torunu Neslişah Sultan.
Ama hikâye burada bitmiyor. Çünkü o, sadece bir “torun” değil; kimliğini iki dünya arasında yaşamış bir kadındı.
Erkeklerin Çözüm Odaklı Bakışı: “Bir Dönem Bitti, Yeni Başladı”
Hikâyede Mehmet adında bir karakter var; tarihçi, belgelerle konuşmayı seven biri. Onun gözünde bu mesele duygusal değil, stratejik bir mirasın son halkasıdır.
Mehmet şöyle düşünür:
“Osmanlı hanedanının sürgününden sonra dünya değişti. Cumhuriyet yeni bir kimlik kurdu. Hanedanın son torunları, tarihin sembolik mirasçıları olarak kaldı. Onların yaşamı, geçişin belgesidir.”
Mehmet’in bu bakışı, analitik bir zihnin yansımasıdır. Neslişah Sultan’ın Paris, Kahire ve İstanbul arasında geçen hayatı onun için bir veri, bir geçiş dönemi göstergesidir.
Ama karşısında bu hikâyeye bambaşka bir yerden bakan biri vardır.
Kadınların Empatik Bakışı: “Bir İsim Değil, Bir Yalnızlık Hikâyesi”
Zeynep, hikâyemizin diğer karakteri. Tarihçi değil, öğretmen. O, belgelerden değil, yüzlerden ve sessizliklerden okur tarihi.
Zeynep için Neslişah Sultan yalnızca “son torun” değil, aidiyetini arayan bir kadındır.
“Düşünsene,” der Mehmet’e, “doğduğun ülke seni istemiyor, ait olduğun hanedan tarihe karışmış. Sen ne kadar asil olursan ol, kimliğini anlatmaya hakkın yok.”
Bu cümle, hikâyenin duygusal kalbini oluşturur. Çünkü son Osmanlı torunu olmanın ağırlığı, bir soydan gelmekten çok, bir kimliği sessizce taşımakla ilgilidir.
Bir Kadının Hayatından Devletin Hatırasına
Neslişah Sultan 1921’de doğduğunda, Osmanlı’nın son yılları yaşanıyordu. 1924’te hanedan sürgüne gönderildiğinde henüz üç yaşındaydı. Paris’te ve Mısır’da büyüdü, orada veliaht Osman Fuad Efendi’nin oğlu Prens Muhammed Abdülmünim’le evlendi.
Yani “son Osmanlı torunu” sadece bir unvan değil, diasporada yaşanan kimlik mücadelesinin adıdır.
O, doğduğu ülkenin dilini, tarihini, dualarını ve yemeklerini yanında taşımıştı. Ama pasaportunda başka bir ülkenin adı yazıyordu.
Bir keresinde şöyle demişti:
> “Bizim için tarih, bir kitap değil; nefes aldığımız hatıradır.”
Mehmet ve Zeynep’in Diyaloğu: Tarih mi, İnsan mı?
Bir gün Mehmet ve Zeynep, Boğaz kıyısında yürürken tartışırlar:
— Mehmet: “Son Osmanlı torunu derken aslında bir dönemin kapanışını konuşuyoruz. Stratejik olarak bu bir devrin bitişidir.”
— Zeynep: “Ama o sadece bir ‘dönem’ değil, bir kadının ömrüydü. O dönemin kapanışı, bir insanın sessizliğiyle oldu.”
Bu diyalogda tarih, soğuk bir kayıt olmaktan çıkar; duygusal bir anlatıya dönüşür. İşte o anda iki bakış birleşir: biri akılla, diğeri kalple anlamaya çalışır.
Son Osmanlı Torununun Sessiz Vedası
Neslişah Sultan 2012 yılında, 91 yaşında vefat etti. Onun ölümüyle, Sultan Vahdettin’in doğrudan soyundan gelen son Osmanlı torunu da tarihe karıştı.
Cenazesi Fatih Camii’nden kaldırıldı, tabutunun üzerinde hem Osmanlı sancağı hem de Türk bayrağı vardı.
İşte o kare, iki yüzyıllık bir hikâyenin sembolüydü: geçmiş ve bugün, yan yana.
Bir ulusun tarihindeki son halka, bir kadının sessiz tebessümüyle noktalandı.
Sonuç: Tarih Bazen Bir Kalp Atışıdır
“Son Osmanlı torunu kimdir?” sorusunun cevabı sadece bir isim değil, bir hikâyedir: Neslişah Sultan.
Ama ondan geriye kalan şey bir soy değil, iki farklı dünyanın arasında sıkışmış bir kimliktir.
Mehmet’in stratejik bakışıyla Zeynep’in empatisi birleştiğinde şunu fark ederiz: Tarih ne yalnızca akılla ne de sadece kalple anlaşılır.
Belki de her ikisini dinlemek gerekir — çünkü bazen son torun, bir dönemin değil, insanlığın sessiz mirasıdır.